14 Ocak 2013 Pazartesi

Bölüm 1 - Geri dönüş


Etiyen dağının eteklerinde gökyüzünün mavisi ile Sterin ormanının her tondan yeşilinin buluştuğu, söylenenlere göre beşbin çeşit balığın yaşadığı Sverin nehrinin hemen kıyısındaki o muazzam manzarayı izliyordu Akalin. Piposunu çok uzaklardan, Verion tapınağından aldığı tütünle doldurup tüttürmeye başlamıştı, gölgesi bol bir meşe ağacına sırtını dayayıp nihayet dinlenebiliyor olmanın rahatlığına varıyordu. Bahar, karanlık dönemlerden sonra nihayet yüzünü göstermişti. Kır çiçekleri tomurcuklanmış, kuşlar ağaç dallarında cıvıldaşmaya, kur yapmaya başlamışlardı. “Hiç bitmeyecekmiş gibiydi” diye kendi kendine fısıldadı Akalin. Kötü günlerden bu yana doksan gün geçmiş olmasına rağmen hala dün gibi hatırlıyordu her şeyi. Sonra verilmiş bir sözü hatırlar gibi duraksadı ve elindeki piposunu bir kenara bırakıp yeleğinin iç cebinden yanından hiç ayırmadığı üç şeyden biri olan mızıkasını çıkardı. Üflemeye başladığı anda kuşlar cıvıldaşmayı, rüzgar esmeyi, yapraklar hışırdamayı, nehir çağıldamayı bıraktı, sanki bütün bir orman pür dikkat dinlemeye başlamıştı. Mızıka bir müddet tiz sesiyle bir ağıtın acısını anlatıp ardından sırayı Akalin’in gümüşi sesine bıraktı:

“Ah Opealin! Ah Opealin!
Şimdi bir yıldızın ardından gidiyorsun
Gökyüzü oldu artık yurdun
Saçlarınla bulutları şenlendiriyorsun
Ah Opealin! Ah Opealin!”

Mızıka tekrar başladı ağlamaya, sonra Akalin aynı mısraları tekrarladı ve nihayet mızıka son kez ve bu sefer ağır ağır sustu. Kuşlar tekrar cıvıldaşmaya başladılar ve diğerleri kaldıkları yerden devam ettiler yarım bıraktıklarına.

Her şey yeniden cana gelirken, tekrar o eski güzel günlere dönerken, Akalin hala mutlu olamıyordu bir türlü. Kendisini her şeye hazırlamıştı, en kötüsüne, ölümün, nihayete ermenin korkusuna hazırlamıştı, ama Opealin’in yokluğunu aklına dahi getirmemişti.

Akalin, düşünceler içinde sönmüş piposunu bir kenara bırakıp ağacın gölgesinde uykuya daldı.
Vakit, gölgelerin sahiplerini utandırdığı akşam vaktiydi. Yerinden sıçrayarak uyandı Akalin, Bir ses duymuştu. Gözlerini ovarak hayal görüp görmediğini, gerçekten bir ses duyup duymadığını anlamaya çalıştı, ardından bir kaç kez daha duydu aynı sesi ve ardından kesildi. Nehrin kenarından çalılıklardan bir hışırtı geliyordu, bu kez emindi. Yerinden kalkıp ağır adımlarla sesin geldiği yere doğru yürüdü.

“Hey! Kim var orda”

Yaban Steni olabileceği geldi aklına, çirkin ve vahşi, bu kez adımlarını kısarak ve gerisin geri kaçmaya hazırlanarak yürümeye devam etti, akşam akşam Steni ailesine meze olmaya hiç niyeti yoktu. Hayatında bir kez karşılaşmıştı, babası daha o çok küçükken gözlerinin önünde avlamıştı, hayretler içinde altı bacaklı bir hayvanı ilk kez görmüştü böylece, daha çok geyiğe benziyordu ama daha lezizdi ve yazın daha uzun ömürlü olurdu eti. Hışırtı geldikçe ve çalılıkların boyunun bir Steni’yi saklayamayacağını anladığında belindeki kılıcın kabzasını kavrayarak daha cesaretle ilerledi ve sesin geldiği yere bir kaç metre kalmışken kılıcını kınından sıyırıp tuhaf sesler çıkarmaya başladı:

“Heeey! Hooop! Tısss! Vrak Vrak! Hırrrr!”

Ses kesildiğinde kendini geride tutup kılıcıyla çalılıkları karıştırmaya başladı. Bir taraftan da tuhaf sesler çıkarmaya devam ederek sesin sahibini, artık her neyse, korkutmaya çalışıyordu. Kılıç çalılıkların arasında gezinirken bir şeye takıldı ve tam o anda tısladı, her neyse, birden irkildi Akalin ve geriye doğru bir kaç adım atmak zorunda kaldı. Ses ardarda tıslamaya başladı, her tısta daha da yükselmeye başlamıştı, daha gürültülü, daha korkutucu. Akalin olanca gücünü toplayıp nehirden uzağa, tepeye doğru koşmaya başladı. Akalin uzaklaştıkça ses güçleniyor, Sterin ormanından yankıları duyuluyordu. Hızla koşarken kafasını çevirip bakmaya çalıştı ancak gördüğü şey karşısında dehşete düştü. Güneşi kapatan devasa bir yaratık vardı arkasında, ne olduğunu seçemiyordu güneşin göz alıcı parlaklığından, yüreği neredeyse göğüs kafesini parçalayıp ondan önce tepeye varacaktı. Tam o anda en olmaması gereken şey oldu. Ayağı bir taş grubunun içerisinde en çürüğüne denk gelmişti ve basmasıyla yüz üstü yere kapaklanması bir oldu. “Sonum geldi” diye düşündü daha elleriyle toprağı avuçlamadan. Ses o kadar yaklaşmıştıki yerinden kalkmayı bile düşünemedi, olduğu yerde kollarını birleştirip elleriyle başını tutmuş ve son duasını etmeye başlamıştı. “Sen affet Yüce Varia”

Akalin, bir kaç saniye olduğu yerde başı ellerinin arasında kaldı, yaşadığı onca şeyden sonra kalkıp karşı koyabilirdi, en azından mücadele edebilirdi ama sanki macerasının bitmesini ister gibi bir kaç saniye yerinden kımıldamadı, canavarın daha hızlı davranması için dua bile etmiş olabilirdi. Ancak o bir kaç saniyenin sonunda hiç bir şey olmamıştı, oysa kulakları hala canavarın haykırışlarıyla inliyordu. Neler olduğunu anlamak için olduğu yerde sırt üstü döndü, manzara korkunçtu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Metrelerce uzunlukta devasa bir gölgenin içerisinde binlerce göz onu izliyordu, ses gölgenin içinden, derinliklerinden geliyordu sanki, uzak, boğuk ama şiddetli. Yavaşça ayaklarının üzerinde doğrulup geriye doğru küçük adımlar atmaya başladı. O ne kadar geriye giderse aynı mesafede canavar da yaklaşıyordu ama aradaki uzaklık hep aynı kalıyordu. Akalin kaçamayacağını anlamıştı ama neden hala hayatta olduğuna ve neden canavarın yaklaşmadığına dair bir fikri yoktu. Düştüğü yere doğru ilerleyip yerdeki kılıcına uzandı. Canavar öfkeyle bağırdı, Akalin irkildi ve kılıcını canavara doğru uzatarak üzerine doğru yürüdü. Canavar bu kez Akalin’in saçlarını dalgalandıracak kadar etkili haykırdı ancak Akalin’in attığı adım kadar uzaklaştı ondan. Akalin canavarın yaklaşamadığını anlamıştı, onu uzak tutan bir şey vardı muhakkak.

“Sen de kimsin? Kim gönderdi seni? Ne istiyorsun benden?” Sorular peşpeşe döküldü Akalin’in dilinden. Canavar sorulara karşılık bu kez haykırmak yerine kadın, erkek, çocuk, ihtiyar binlerce sesin karışımıyla konuşmaya başladı, yarım yamalak, duraksayarak konuşuyordu: “Sente pize ait bir şey varrrr. Ver onu pize”. Akalin “Neden bahsediyorsun sen lanet şey? Bende sana ait bir şey olamaz? Kimsin sen?” diye karşılık verdi ama canavar ikna olmamıştı. “Ver onu pize... ver onı pize... var onu pize...” sesler ve harfler karışıyordu. Canavar güneş battıkça büyümeye, genişlemeye başlıyordu. Hava tamamen kararırsa bu kez kaçışının olmayacağını anladı Akalin. “Bende sana ait bir şey yok, kahretsin! Defol git buradan seni ucube!” güneş battıkça Akalin’in içinde korku yayılmaya, kalbini kaplamaya başladı. Bir anda daha Akalin kılını kıpırdatamadan canavar etrafını sarıverdi, sağı solu tepesi bir anda simsiyah gölgelerle çevrildi, bir bardağın içinde sıkışıp kalmış sinek gibi hissetti kendini. “Ver onu pize... Ver onu pize...” Akalin’in salladığı kılıç bir bulutu keser gibi kesiyordu canavarı. Akalin baş edemeyeceğini anladığında birer birer ceplerini boşaltmaya başladı. Mızıkasını çıkardı, “Bunu mu istiyorsun?”, “Hayıııırrr! Ver onu pize.”, para kesesini çıkardı, “Bu mu?”, “Hayırr! Ver onu pize”, ceplerinde hiç bir şey kalmayana kadar devam etti. Artık pes etmişti çünkü ne verebilecek bir şey kalmıştı ceplerinde ne de mücadele edecek takati. Güneş batmak üzereydi ve artık canavar mesafeyi o kadar önemsemiyor gibiydi, gitgide daha fazla yaklaşmaya başlamıştı, güneşin son ışıklarıyla beraber Akalin’i boğacaktı.

Bir kaç saat öncesini düşündü Akalin, o güzel ve sakin zamanı. Şimdi çok eskiymiş gibi geliyordu uykuya dalmadan öncesi, kuşların cıvıldaşmaları. Ölüm beklediğinden daha çok cesaret istiyordu ve ölüme bu kadar yaklaşınca o kadar cesur olmadığını farketmişti, bacakları titriyordu, elleri ise buz kesmişti. Oysa her zaman şerefli ve onurlu bir biçimde öleceğini hayal etmişti, bu şekilde korkaklar gibi titrerken değil.
Güneşin son ışıkları Etiyen dağının ardından kaybolmak üzereydi, tam o anda Akalin’in ayaklarını bastığı yer sallanmaya başladı. Deprem gelmiş gibi sarsılıyordu olduğu yerde “Bir bu eksikti” diye düşündü bütün korkularının arasında. Sallantı daha da şiddetlenmeye başladı ve bir anda Akalin’in üzerinde durduğu yer hızla içine çöktü, deprem Akalin’i yutar gibi toprağın içine çekti ve canavarın bardak gibi kapladığı suratına toprak kustu.  Canavar olanları anlamaya çalışırken kaybettiği avının öfkesiyle bütün bir vadiyi, ormanı inletti, haykırışları Etiyen dağından yankılandı.

Akalin, gözlerini açtığında kendini bir yatakta uzanırken buldu. Yataktan daha çok bir postun üzerindeydi. Bir çeşit yağ lambası titrek ve soluk bir ışık saçıyordu odaya. Dört duvarlı bir yapıdan ziyade kaşıkla oyulmuş gibiydi ve tavandan aşağıya tavşan ayakları, tilki kuyrukları, farklı farklı hayvandan geriye kalan dişler sarkıyordu. Akalin nerede olduğunu ve ne kadar zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Akalin etrafını incelemeye koyulmuşken kapı gıcırdayarak açıldı. Gözleri kapıdan girecek şeye odaklanmıştı. “Samar!” sevinerek fırladı yerinden, iki kadim dost yerin yüzlerce metre altında buluşmuşlardı. Akalin, Samar’ın boynuna atladı, “Ah eski dostum, hayatımı sana borçluyum, teşekkür ederim. Yine kurtardın beni”. Samar, Akalin gibi sonradan yaratılanlardandı ama her büyük hizmetkara verildiği gibi ona da üstün yetenekler bahşedilmişti. Her dili konuşabilirdi, her aklı okuyabilirdi ve büyücülükte oldukça ilerlemişti.  “İyi olduğuna sevindim Akalin. Yetişemeyeceğim için korkmuştum ama Varia’ya şükürler olsun ki tam vaktinde varabildik. Ha bu arada sana tanıştırmak istediğim biri var, seni ben değil o kurtardı”. İçeri bir şey top gibi yuvarlanarak girdi ve girer girmez olduğu yerde zıplayarak iki ayağının üzerinde dikildi. 
Akalin ilk başta irkilmesine rağmen karşısında bir dostu en azından kurtarıcısını göreceği için korkmadı. “Merhabalar Akalin Efendi. Benim adım Ustar, Ashitar’ların efendisiyim. Ne mutluki bize, sizi iyi gördük.” gözleri kapalı, elden ziyade kocaman uzun tırnaklı, kalınca kürklü, Akalin’in en ve boy olarak hemen hemen iki katı büyüklüğünde, iri burunlu bir Ashitar’dı. Hürmetini göstermek için bir kaç kez teşekkür etti Akalin ve yardımları karşılığında borçlandığını, ömrü boyunca minnettar kalacağını dile getirdi ve karşılık olarak da aynı nezaketi buldu.

Ustar, Akalin’in mide gurultusundan aç olduğunu anlayıp müsaade isteyerek diğer odaya geçti ve tıkırtılar arasında yemeklik bir şeyler hazırlamaya başladı. Vaktin akşam mı sabah mı olduğu anlaşılmadığından Ashitar’lar ne zaman karınları acıkır gibi olsa o zaman yemek yerlerdi. Bu yüzden çokça yerler ve çokça irileşirlerdi.

Ustar odadan çıkınca bir an sessizlik oldu ve her kötü anının sessizliği kovalaması gibi Akalin’in aklına da o gün yaşadıkları geldi. Hayal mi gerçek mi olduğuna karar veremiyordu hala ama yaşadığı korkunun gerçekliği su götürmezdi. “Samar, o da neydi öyle? Yoksa hiç bir şey bitmedi mi?” diye sordu, duyacağı cevaptan korkarak.

Samar, postun kenarındaki sandalyeye oturdu, iç cebinden uzunca püposunu çıkardı. Irkı ne olursa olsun bütün erkekler yanlarında muhakkak pipo taşırlardı. Samar’ın piposu Uzak Diyar’dan gelme nadide Senkrat taşından yapılmaydı, hizmetleri ve dostluğuna hürmeten Efendi Kaeron tarafından özel olarak oyulmuştu, tabi bu Kutsal Irk, Uzak Diyar’dan sürülmeden çok önce idi. Samar, sandalyede otururken uzunca sakalını sıvazlayarak düşünüyordu. Fikri olgunluğa erişince söze girdi:

“Güneşe aldanma gölgeler yaratır, gölgeye aldanma bir ışıkta yok olur. O karanlık günlerin geride kaldığını düşünmüştüm, artık güneşin diyarlarımızdaki verimli toprakları dölleyeceğini, bu diyarlarda korkmadan yaşayabileceğimizi umut etmiştim.” piposundan derin bir nefes çekti.

“Adea’nın şerrinin yok oluşunun 60. günüydü, artık karanlığın bittiğine, hiç bir iz kalmadığına kanaat getirmem gerekiyordu, bilirsin bizler kolay kolay tedbiri elden bırakmayız. Adea’nın o muazzam kulesinden geriye kalanları izliyordum uzaktan, harabeden öte bir yapı değildi, terkedilmişti ve hiç bir canlının yaşayamayacağı kadar lanetliydi, her şey bitmiş olsa da hala kötülüğü temsil eden bir semboldü.

Evet, her şeyin bitmiş olduğunu düşünüyordum. Dallar yeşermişti, çimenlerde taze bahar kokusu vardı, artık Adea’nın sadık kargaları gitmiş, serçeler, kırlangıçlar şakır olmuşlardı o göğün altında. Adea’nın varisi bu yer sarmaşıkların yurdu olacaktı zamanla. Yaşadığımız onca şey kadim bir efsane olarak anlatılacaktı. 60. günde kötülüğün yok olduğunu zannederek terkettim o diyarı.” Samar kendini suçlar gibi başını önüne eğip çoğu beyaz, uzun ve tel tel saçlarını eliyle taradı. Piposundan ara ara içmeye devam ediyordu.

“Gecenin en karanlık anından daha karanlık bir düş gördüm dün gece. Bildiğim her diyar, su içtiğim bütün ırmaklar, gölgesinde dinlendiğim her ağaç birer birer yok oluyorlardı. Korku ile uyandım. Uyanır uyanmaz Arin’e binip kulağına ‘Ey dostluğu sonsuz kardeşim, ciğerlerin patlarcasına koş, rüzgarı yakalarcasına koş, toprağı dövercesine koş’ diye fısıldayıp, dört nala Adea’nın o lanetli diyarının kıyılarına vardım. Gözlerim gördüklerini inkar etmek istedi, kulenin üstünde kara bulutlar dolanıyordu ve yeşeren dallar ilk meyvelerini vermişlerdi. Lakin, salkım salkım meyvelerden yiyen sıhhat bulmuyordu artık, meyveleri gagalayan her kırlangıç gölgenin uşağı, karanlığın parçası oluyordu. Kuşları yiyen hayvanlar, hayvanları yiyen ırklar gölgeye teslim oluyorlardı. Bir salgın gibi hızla ilerlemeye başlamıştı kötülük. Salgın ne kadar ilerlemiş, ne kadar yayılmıştı bilmiyordum ama belli ki bir emri bekleyen hazır ordular yaratılıyordu ve salgın bulaşmış hiç kimse içerisindeki kötülüğün farkında değildi.

Adea’nın ötesinde bir kötülüktü bu. Aklımın, bilgimin ve büyümün yeterli olmayacağı bir lanetti. Adea’nın tohumlarından var olan yeni bir şeytan! Ne yapacağımızı düşünmek için geri dönmeye niyet ettiğim sırada duydum adını.”

Akalin, dikkat kesildi, dili peltekleşmişti “Be.. be.. benim adımı mı?”

“’Akalin, ver onu pize’ diye bir çığlık duydum. Kulenin derinlerinden karanlık bulutlara varan gök gürültüsü gibi bir çığlık. Sonra onu gördüm, kadim yaratıklardan, eski efsanelerde anlatılan, göğün ve yerin yaratılışından önce henüz ruhlar yaratılmamışken yaratılan, ne bu dünyada ne de ötesinde var olan, arafta kalmış ruhların efendisi, ruh çöpçüsü Dahron. İnan ben de en az senin kadar korktum ancak bu yaratığın sana yapacabileceklerini düşününce ondan önce sana ulaşmam gerektiğini anladım. Ustar’a haberci köstebeklerle mesaj yollayıp hazır olmasını buyurdum.

Büyük bir tehlike atlatdık ahir dostum. Amma velakin bu yalnızca bir başlangıç ve henüz karşımızdaki düşmanın adını, sanını, ne ya da kim olduğunu bilmiyoruz. Sende istediği bir şey var ve alana kadar durmayacak.”

“Benden istediği ne olabilir ki?” diye cevapladı Akalin.

“Bunun cevabını ben veremem. Lakin yola koyulup bir cevap aramamız gerek. Şimdi dinlen, şafakla beraber yeni bir macera bizi bekliyor.”