Etiyen dağının eteklerinde gökyüzünün mavisi ile Sterin
ormanının her tondan yeşilinin buluştuğu, söylenenlere göre beşbin çeşit balığın
yaşadığı Sverin nehrinin hemen kıyısındaki o muazzam manzarayı izliyordu Akalin.
Piposunu çok uzaklardan, Verion tapınağından aldığı tütünle doldurup tüttürmeye
başlamıştı, gölgesi bol bir meşe ağacına sırtını dayayıp nihayet dinlenebiliyor
olmanın rahatlığına varıyordu. Bahar, karanlık dönemlerden sonra nihayet yüzünü
göstermişti. Kır çiçekleri tomurcuklanmış, kuşlar ağaç dallarında cıvıldaşmaya,
kur yapmaya başlamışlardı. “Hiç
bitmeyecekmiş gibiydi” diye kendi kendine fısıldadı Akalin. Kötü günlerden
bu yana doksan gün geçmiş olmasına rağmen hala dün gibi hatırlıyordu her şeyi. Sonra
verilmiş bir sözü hatırlar gibi duraksadı ve elindeki piposunu bir kenara
bırakıp yeleğinin iç cebinden yanından hiç ayırmadığı üç şeyden biri olan
mızıkasını çıkardı. Üflemeye başladığı anda kuşlar cıvıldaşmayı, rüzgar esmeyi,
yapraklar hışırdamayı, nehir çağıldamayı bıraktı, sanki bütün bir orman pür
dikkat dinlemeye başlamıştı. Mızıka bir müddet tiz sesiyle bir ağıtın acısını
anlatıp ardından sırayı Akalin’in gümüşi sesine bıraktı:
“Ah Opealin! Ah Opealin!
Şimdi bir yıldızın ardından gidiyorsun
Gökyüzü oldu artık yurdun
Saçlarınla bulutları şenlendiriyorsun
Ah Opealin! Ah Opealin!”
Mızıka tekrar başladı ağlamaya, sonra Akalin aynı mısraları tekrarladı ve nihayet mızıka son kez ve bu sefer ağır ağır sustu. Kuşlar tekrar cıvıldaşmaya başladılar ve diğerleri kaldıkları yerden devam ettiler yarım bıraktıklarına.
“Ah Opealin! Ah Opealin!
Şimdi bir yıldızın ardından gidiyorsun
Gökyüzü oldu artık yurdun
Saçlarınla bulutları şenlendiriyorsun
Ah Opealin! Ah Opealin!”
Mızıka tekrar başladı ağlamaya, sonra Akalin aynı mısraları tekrarladı ve nihayet mızıka son kez ve bu sefer ağır ağır sustu. Kuşlar tekrar cıvıldaşmaya başladılar ve diğerleri kaldıkları yerden devam ettiler yarım bıraktıklarına.
Her şey yeniden cana gelirken, tekrar o eski güzel günlere
dönerken, Akalin hala mutlu olamıyordu bir türlü. Kendisini her şeye
hazırlamıştı, en kötüsüne, ölümün, nihayete ermenin korkusuna hazırlamıştı, ama
Opealin’in yokluğunu aklına dahi getirmemişti.
Akalin, düşünceler içinde sönmüş piposunu bir kenara bırakıp
ağacın gölgesinde uykuya daldı.
Vakit, gölgelerin sahiplerini utandırdığı akşam vaktiydi. Yerinden
sıçrayarak uyandı Akalin, Bir ses duymuştu. Gözlerini ovarak hayal görüp
görmediğini, gerçekten bir ses duyup duymadığını anlamaya çalıştı, ardından bir
kaç kez daha duydu aynı sesi ve ardından kesildi. Nehrin kenarından
çalılıklardan bir hışırtı geliyordu, bu kez emindi. Yerinden kalkıp ağır
adımlarla sesin geldiği yere doğru yürüdü.
“Hey! Kim var orda”
Yaban Steni olabileceği geldi aklına, çirkin ve vahşi, bu
kez adımlarını kısarak ve gerisin geri kaçmaya hazırlanarak yürümeye devam
etti, akşam akşam Steni ailesine meze olmaya hiç niyeti yoktu. Hayatında bir
kez karşılaşmıştı, babası daha o çok küçükken gözlerinin önünde avlamıştı, hayretler
içinde altı bacaklı bir hayvanı ilk kez görmüştü böylece, daha çok geyiğe
benziyordu ama daha lezizdi ve yazın daha uzun ömürlü olurdu eti. Hışırtı
geldikçe ve çalılıkların boyunun bir Steni’yi saklayamayacağını anladığında
belindeki kılıcın kabzasını kavrayarak daha cesaretle ilerledi ve sesin geldiği
yere bir kaç metre kalmışken kılıcını kınından sıyırıp tuhaf sesler çıkarmaya
başladı:
“Heeey! Hooop! Tısss! Vrak Vrak! Hırrrr!”
Ses kesildiğinde kendini geride tutup kılıcıyla çalılıkları
karıştırmaya başladı. Bir taraftan da tuhaf sesler çıkarmaya devam ederek sesin
sahibini, artık her neyse, korkutmaya çalışıyordu. Kılıç çalılıkların arasında
gezinirken bir şeye takıldı ve tam o anda tısladı, her neyse, birden irkildi
Akalin ve geriye doğru bir kaç adım atmak zorunda kaldı. Ses ardarda tıslamaya
başladı, her tısta daha da yükselmeye başlamıştı, daha gürültülü, daha
korkutucu. Akalin olanca gücünü toplayıp nehirden uzağa, tepeye doğru koşmaya
başladı. Akalin uzaklaştıkça ses güçleniyor, Sterin ormanından yankıları
duyuluyordu. Hızla koşarken kafasını çevirip bakmaya çalıştı ancak gördüğü şey
karşısında dehşete düştü. Güneşi kapatan devasa bir yaratık vardı arkasında, ne
olduğunu seçemiyordu güneşin göz alıcı parlaklığından, yüreği neredeyse göğüs
kafesini parçalayıp ondan önce tepeye varacaktı. Tam o anda en olmaması gereken
şey oldu. Ayağı bir taş grubunun içerisinde en çürüğüne denk gelmişti ve
basmasıyla yüz üstü yere kapaklanması bir oldu. “Sonum geldi” diye düşündü daha elleriyle toprağı avuçlamadan. Ses
o kadar yaklaşmıştıki yerinden kalkmayı bile düşünemedi, olduğu yerde kollarını
birleştirip elleriyle başını tutmuş ve son duasını etmeye başlamıştı. “Sen affet Yüce Varia”
Akalin, bir kaç saniye olduğu yerde başı ellerinin arasında kaldı, yaşadığı onca şeyden sonra kalkıp karşı koyabilirdi, en azından mücadele edebilirdi ama sanki macerasının bitmesini ister gibi bir kaç saniye yerinden kımıldamadı, canavarın daha hızlı davranması için dua bile etmiş olabilirdi. Ancak o bir kaç saniyenin sonunda hiç bir şey olmamıştı, oysa kulakları hala canavarın haykırışlarıyla inliyordu. Neler olduğunu anlamak için olduğu yerde sırt üstü döndü, manzara korkunçtu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Metrelerce uzunlukta devasa bir gölgenin içerisinde binlerce göz onu izliyordu, ses gölgenin içinden, derinliklerinden geliyordu sanki, uzak, boğuk ama şiddetli. Yavaşça ayaklarının üzerinde doğrulup geriye doğru küçük adımlar atmaya başladı. O ne kadar geriye giderse aynı mesafede canavar da yaklaşıyordu ama aradaki uzaklık hep aynı kalıyordu. Akalin kaçamayacağını anlamıştı ama neden hala hayatta olduğuna ve neden canavarın yaklaşmadığına dair bir fikri yoktu. Düştüğü yere doğru ilerleyip yerdeki kılıcına uzandı. Canavar öfkeyle bağırdı, Akalin irkildi ve kılıcını canavara doğru uzatarak üzerine doğru yürüdü. Canavar bu kez Akalin’in saçlarını dalgalandıracak kadar etkili haykırdı ancak Akalin’in attığı adım kadar uzaklaştı ondan. Akalin canavarın yaklaşamadığını anlamıştı, onu uzak tutan bir şey vardı muhakkak.
Akalin, bir kaç saniye olduğu yerde başı ellerinin arasında kaldı, yaşadığı onca şeyden sonra kalkıp karşı koyabilirdi, en azından mücadele edebilirdi ama sanki macerasının bitmesini ister gibi bir kaç saniye yerinden kımıldamadı, canavarın daha hızlı davranması için dua bile etmiş olabilirdi. Ancak o bir kaç saniyenin sonunda hiç bir şey olmamıştı, oysa kulakları hala canavarın haykırışlarıyla inliyordu. Neler olduğunu anlamak için olduğu yerde sırt üstü döndü, manzara korkunçtu. Daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Metrelerce uzunlukta devasa bir gölgenin içerisinde binlerce göz onu izliyordu, ses gölgenin içinden, derinliklerinden geliyordu sanki, uzak, boğuk ama şiddetli. Yavaşça ayaklarının üzerinde doğrulup geriye doğru küçük adımlar atmaya başladı. O ne kadar geriye giderse aynı mesafede canavar da yaklaşıyordu ama aradaki uzaklık hep aynı kalıyordu. Akalin kaçamayacağını anlamıştı ama neden hala hayatta olduğuna ve neden canavarın yaklaşmadığına dair bir fikri yoktu. Düştüğü yere doğru ilerleyip yerdeki kılıcına uzandı. Canavar öfkeyle bağırdı, Akalin irkildi ve kılıcını canavara doğru uzatarak üzerine doğru yürüdü. Canavar bu kez Akalin’in saçlarını dalgalandıracak kadar etkili haykırdı ancak Akalin’in attığı adım kadar uzaklaştı ondan. Akalin canavarın yaklaşamadığını anlamıştı, onu uzak tutan bir şey vardı muhakkak.
“Sen de kimsin? Kim
gönderdi seni? Ne istiyorsun benden?” Sorular peşpeşe döküldü Akalin’in
dilinden. Canavar sorulara karşılık bu kez haykırmak yerine kadın, erkek,
çocuk, ihtiyar binlerce sesin karışımıyla konuşmaya başladı, yarım yamalak,
duraksayarak konuşuyordu: “Sente pize ait
bir şey varrrr. Ver onu pize”. Akalin “Neden
bahsediyorsun sen lanet şey? Bende sana ait bir şey olamaz? Kimsin sen?”
diye karşılık verdi ama canavar ikna olmamıştı. “Ver onu pize... ver onı pize... var onu pize...” sesler ve harfler
karışıyordu. Canavar güneş battıkça büyümeye, genişlemeye başlıyordu. Hava
tamamen kararırsa bu kez kaçışının olmayacağını anladı Akalin. “Bende sana ait bir şey yok, kahretsin!
Defol git buradan seni ucube!” güneş battıkça Akalin’in içinde korku
yayılmaya, kalbini kaplamaya başladı. Bir anda daha Akalin kılını
kıpırdatamadan canavar etrafını sarıverdi, sağı solu tepesi bir anda simsiyah
gölgelerle çevrildi, bir bardağın içinde sıkışıp kalmış sinek gibi hissetti
kendini. “Ver onu pize... Ver onu
pize...” Akalin’in salladığı kılıç bir bulutu keser gibi kesiyordu
canavarı. Akalin baş edemeyeceğini anladığında birer birer ceplerini boşaltmaya
başladı. Mızıkasını çıkardı, “Bunu mu
istiyorsun?”, “Hayıııırrr! Ver onu
pize.”, para kesesini çıkardı, “Bu
mu?”, “Hayırr! Ver onu pize”,
ceplerinde hiç bir şey kalmayana kadar devam etti. Artık pes etmişti çünkü ne
verebilecek bir şey kalmıştı ceplerinde ne de mücadele edecek takati. Güneş
batmak üzereydi ve artık canavar mesafeyi o kadar önemsemiyor gibiydi, gitgide
daha fazla yaklaşmaya başlamıştı, güneşin son ışıklarıyla beraber Akalin’i
boğacaktı.
Bir kaç saat öncesini düşündü Akalin, o güzel ve sakin
zamanı. Şimdi çok eskiymiş gibi geliyordu uykuya dalmadan öncesi, kuşların
cıvıldaşmaları. Ölüm beklediğinden daha çok cesaret istiyordu ve ölüme bu kadar
yaklaşınca o kadar cesur olmadığını farketmişti, bacakları titriyordu, elleri
ise buz kesmişti. Oysa her zaman şerefli ve onurlu bir biçimde öleceğini hayal
etmişti, bu şekilde korkaklar gibi titrerken değil.
Güneşin son ışıkları Etiyen dağının ardından kaybolmak
üzereydi, tam o anda Akalin’in ayaklarını bastığı yer sallanmaya başladı.
Deprem gelmiş gibi sarsılıyordu olduğu yerde “Bir bu eksikti” diye düşündü bütün korkularının arasında. Sallantı
daha da şiddetlenmeye başladı ve bir anda Akalin’in üzerinde durduğu yer hızla
içine çöktü, deprem Akalin’i yutar gibi toprağın içine çekti ve canavarın bardak
gibi kapladığı suratına toprak kustu.
Canavar olanları anlamaya çalışırken kaybettiği avının öfkesiyle bütün
bir vadiyi, ormanı inletti, haykırışları Etiyen dağından yankılandı.
Akalin, gözlerini açtığında kendini bir yatakta uzanırken
buldu. Yataktan daha çok bir postun üzerindeydi. Bir çeşit yağ lambası titrek ve
soluk bir ışık saçıyordu odaya. Dört duvarlı bir yapıdan ziyade kaşıkla oyulmuş
gibiydi ve tavandan aşağıya tavşan ayakları, tilki kuyrukları, farklı farklı
hayvandan geriye kalan dişler sarkıyordu. Akalin nerede olduğunu ve ne kadar
zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Akalin etrafını incelemeye koyulmuşken
kapı gıcırdayarak açıldı. Gözleri kapıdan girecek şeye odaklanmıştı. “Samar!” sevinerek fırladı yerinden, iki
kadim dost yerin yüzlerce metre altında buluşmuşlardı. Akalin, Samar’ın boynuna
atladı, “Ah eski dostum, hayatımı sana
borçluyum, teşekkür ederim. Yine kurtardın beni”. Samar, Akalin gibi
sonradan yaratılanlardandı ama her büyük hizmetkara verildiği gibi ona da üstün
yetenekler bahşedilmişti. Her dili konuşabilirdi, her aklı okuyabilirdi ve
büyücülükte oldukça ilerlemişti. “İyi olduğuna sevindim Akalin.
Yetişemeyeceğim için korkmuştum ama Varia’ya şükürler olsun ki tam vaktinde
varabildik. Ha bu arada sana tanıştırmak istediğim biri var, seni ben değil o
kurtardı”. İçeri bir şey top gibi yuvarlanarak girdi ve girer girmez olduğu
yerde zıplayarak iki ayağının üzerinde dikildi.
Akalin ilk başta irkilmesine
rağmen karşısında bir dostu en azından kurtarıcısını göreceği için korkmadı. “Merhabalar Akalin Efendi. Benim adım Ustar,
Ashitar’ların efendisiyim. Ne mutluki bize, sizi iyi gördük.” gözleri
kapalı, elden ziyade kocaman uzun tırnaklı, kalınca kürklü, Akalin’in en ve boy
olarak hemen hemen iki katı büyüklüğünde, iri burunlu bir Ashitar’dı. Hürmetini
göstermek için bir kaç kez teşekkür etti Akalin ve yardımları karşılığında
borçlandığını, ömrü boyunca minnettar kalacağını dile getirdi ve karşılık
olarak da aynı nezaketi buldu.
Ustar, Akalin’in mide gurultusundan aç olduğunu anlayıp
müsaade isteyerek diğer odaya geçti ve tıkırtılar arasında yemeklik bir şeyler
hazırlamaya başladı. Vaktin akşam mı sabah mı olduğu anlaşılmadığından Ashitar’lar
ne zaman karınları acıkır gibi olsa o zaman yemek yerlerdi. Bu yüzden çokça
yerler ve çokça irileşirlerdi.
Ustar odadan çıkınca bir an sessizlik oldu ve her kötü
anının sessizliği kovalaması gibi Akalin’in aklına da o gün yaşadıkları geldi.
Hayal mi gerçek mi olduğuna karar veremiyordu hala ama yaşadığı korkunun
gerçekliği su götürmezdi. “Samar, o da
neydi öyle? Yoksa hiç bir şey bitmedi mi?” diye sordu, duyacağı cevaptan
korkarak.
Samar, postun kenarındaki sandalyeye oturdu, iç cebinden uzunca
püposunu çıkardı. Irkı ne olursa olsun bütün erkekler yanlarında muhakkak pipo
taşırlardı. Samar’ın piposu Uzak Diyar’dan gelme nadide Senkrat taşından yapılmaydı,
hizmetleri ve dostluğuna hürmeten Efendi Kaeron tarafından özel olarak oyulmuştu,
tabi bu Kutsal Irk, Uzak Diyar’dan sürülmeden çok önce idi. Samar, sandalyede
otururken uzunca sakalını sıvazlayarak düşünüyordu. Fikri olgunluğa erişince
söze girdi:
“Güneşe aldanma gölgeler yaratır, gölgeye aldanma bir ışıkta
yok olur. O karanlık günlerin geride kaldığını düşünmüştüm, artık güneşin
diyarlarımızdaki verimli toprakları dölleyeceğini, bu diyarlarda korkmadan yaşayabileceğimizi
umut etmiştim.” piposundan derin bir nefes çekti.
“Adea’nın şerrinin yok oluşunun 60. günüydü, artık karanlığın
bittiğine, hiç bir iz kalmadığına kanaat getirmem gerekiyordu, bilirsin bizler
kolay kolay tedbiri elden bırakmayız. Adea’nın o muazzam kulesinden geriye
kalanları izliyordum uzaktan, harabeden öte bir yapı değildi, terkedilmişti ve
hiç bir canlının yaşayamayacağı kadar lanetliydi, her şey bitmiş olsa da hala
kötülüğü temsil eden bir semboldü.
Evet, her şeyin bitmiş olduğunu düşünüyordum. Dallar yeşermişti,
çimenlerde taze bahar kokusu vardı, artık Adea’nın sadık kargaları gitmiş,
serçeler, kırlangıçlar şakır olmuşlardı o göğün altında. Adea’nın varisi bu yer
sarmaşıkların yurdu olacaktı zamanla. Yaşadığımız onca şey kadim bir efsane
olarak anlatılacaktı. 60. günde kötülüğün yok olduğunu zannederek terkettim o
diyarı.” Samar kendini suçlar gibi başını önüne eğip çoğu beyaz, uzun ve tel
tel saçlarını eliyle taradı. Piposundan ara ara içmeye devam ediyordu.
“Gecenin en karanlık anından daha karanlık bir düş gördüm dün
gece. Bildiğim her diyar, su içtiğim bütün ırmaklar, gölgesinde dinlendiğim her
ağaç birer birer yok oluyorlardı. Korku ile uyandım. Uyanır uyanmaz Arin’e
binip kulağına ‘Ey dostluğu sonsuz kardeşim, ciğerlerin patlarcasına koş,
rüzgarı yakalarcasına koş, toprağı dövercesine koş’ diye fısıldayıp, dört nala Adea’nın
o lanetli diyarının kıyılarına vardım. Gözlerim gördüklerini inkar etmek
istedi, kulenin üstünde kara bulutlar dolanıyordu ve yeşeren dallar ilk
meyvelerini vermişlerdi. Lakin, salkım salkım meyvelerden yiyen sıhhat bulmuyordu
artık, meyveleri gagalayan her kırlangıç gölgenin uşağı, karanlığın parçası
oluyordu. Kuşları yiyen hayvanlar, hayvanları yiyen ırklar gölgeye teslim
oluyorlardı. Bir salgın gibi hızla ilerlemeye başlamıştı kötülük. Salgın ne
kadar ilerlemiş, ne kadar yayılmıştı bilmiyordum ama belli ki bir emri bekleyen
hazır ordular yaratılıyordu ve salgın bulaşmış hiç kimse içerisindeki kötülüğün
farkında değildi.
Adea’nın ötesinde bir kötülüktü bu. Aklımın, bilgimin ve büyümün
yeterli olmayacağı bir lanetti. Adea’nın tohumlarından var olan yeni bir
şeytan! Ne yapacağımızı düşünmek için geri dönmeye niyet ettiğim sırada duydum
adını.”
Akalin, dikkat kesildi, dili peltekleşmişti “Be.. be.. benim
adımı mı?”
“’Akalin, ver onu pize’ diye bir çığlık duydum. Kulenin
derinlerinden karanlık bulutlara varan gök gürültüsü gibi bir çığlık. Sonra onu
gördüm, kadim yaratıklardan, eski efsanelerde anlatılan, göğün ve yerin
yaratılışından önce henüz ruhlar yaratılmamışken yaratılan, ne bu dünyada ne de
ötesinde var olan, arafta kalmış ruhların efendisi, ruh çöpçüsü Dahron. İnan
ben de en az senin kadar korktum ancak bu yaratığın sana yapacabileceklerini
düşününce ondan önce sana ulaşmam gerektiğini anladım. Ustar’a haberci köstebeklerle
mesaj yollayıp hazır olmasını buyurdum.
Büyük bir tehlike atlatdık ahir dostum. Amma velakin bu
yalnızca bir başlangıç ve henüz karşımızdaki düşmanın adını, sanını, ne ya da
kim olduğunu bilmiyoruz. Sende istediği bir şey var ve alana kadar durmayacak.”
“Benden istediği ne olabilir ki?” diye cevapladı Akalin.
“Bunun cevabını ben veremem. Lakin yola koyulup bir cevap
aramamız gerek. Şimdi dinlen, şafakla beraber yeni bir macera bizi bekliyor.”